Kimimiz diplomamıza, kimimiz statümüze, kimimiz makam ve mevkiimize, kimimiz ana-babamıza, ceddimize, soyumuza veya ırkımıza, kimimiz binbir çeşit dünya imtihanlarına maruz kalıp teste tabi tutulan imanımıza, kimimiz de eksik gedik yaptığımız ibadetlerle kırık dökük işlediğimiz iyi amellerimize güveniriz. Hatta bunlarla iftihar eder, sağda solda övünerek anlatırız.
Çoğumuz, kabul edilip edilmeyeceğinden emin olmamakla birlikte, bu yaptıklarımızı yeterli görür, şüphe duymayacak şekilde buna inanır ve hatta "Allah, bu devirde bizden iyi Müslüman mı bulacak!" gibi absürt düşüncelerle kendimizi avutmaya çalışırız.
Oysa, aşağıda verilen örnekte görüleceği üzere, dini inanç ve ibadetlerimizi; başkalarının üzerinden tezkiye ederek kendimizi kurtarmak mümkün olmadığı gibi, din adına yaptıklarımızı Kur'an ve Sünnet terazisine koymadan değerlendirmek de eksik ve hatalı olacaktır. Yaşanmış şu olayı dikkatle okuyalım:
***
Hz. Peygamber aleyhisselamın torunlarından Müctehid İmam Cafer Sadık döneminde yaşayan zühd ve takva sahibi Dâvûd Tâî, bir gün Cafer Sâdık hazretlerinin yanına geldi ve şöyle dedi:
“Ey Peygamber torunu! Bana nasihat ver, kalbim karardı.”
Peygamber torunu İmam Cafer cevap verdi:
“Ey Dâvûd! Sen bu zamanın en muttakî insanısın; benim nasihatime ihtiyacın yoktur!”
Bu cevabı yeterli bulmayan Dâvûd Tâî:
"Ey İmam! Sizin kanınızda o Yüce Peygamberin kanı dolaşmaktadır, siz diğer insanlara göre daha değerlisiniz; o yüzden isteyenlere nasihat vermeniz, sizin üzerinize bir borçtur” dedi.
Bu talep karşısında Cafer Sadık hepimizi derinden düşündürecek şu karşılığı verdi:
“Ey Dâvûd! Ben kıyamet gününde ceddim Hazreti Peygamber (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)'in bana; ‘Niçin hakkıyla bana tâbi olmadın, benim sünnetime ittiba etmedin?’ demesinden korkarım. Ey Davud, bu işler nesep işi değil, amel işidir...”
Bu sözleri duyduktan sonra sarsılan ve ağlamaya başlayan Dâvûd Tâî şöyle buyurdu:
“Yâ Rab! O ki, Peygamber soyundandır. Sözleri, davranışları herkese senettir, hüccettir, delildir. O bile böyle düşünürse Dâvûd kim oluyor ki amellerinin bir değeri olsun!..”
***
Benim babam müftü, benim dedem şehit, benim soyum Peygamber sülalesi, ben filanca partiden, falanca cemaattan, filanca tarikattanım, ben nakşiyim, kadiriyim, rufaiyim, mevleviyim, halidiye kolundanım...vs. gibi mensubiyetlerin hiç biri, bizim imanımız tahkiki olmadıkça, amel ve ibadetlerimiz de ihlaslı, sahih ve makbul olmadıkça, asla bizi kurtaracak değildir.
Şayet, sıraladığımız mensubiyetler, bizi tevhid anlayışına yani müslümanların birliğine götürür, tahkiki imanımızı güçlendirir, ibadet ve amellerimize ihlas katıp bizi kötülüklerden uzaklaştırırsa ve böylece bizi insanlara faydalı hale getirir de iyiliklerimizi artırırsa, işte o zaman Kur'an ve Sünnette tarifini bulan muttaki bir mümin sıfatına sahip olabiliriz.
Sonuç olarak sizi başkaları değil, sizi yine siz kurtaracaksınız. Çaresiz değilsiniz, çare sizsiniz.
Yorumlar
Kalan Karakter: